“100-200 Bira İçer Kalkarız Ya.” 4 günlük Belçika Turu böyle hayal edilmişti.

“Bir yurtdışı yapalım ya bu grup.” dendiğinde masada 5. içli köfteme uzanıyordum. Aşırı içli köfte yüklemesi mi, yoksa rakı mı etkili oldu bilmiyorum ama yılın en yoğun ayı olmasını, sadece önerilen tarihlerden 1 hafta önce yine bir Euro cinayet bölgesi olan Barcelona’ya gidecek olmamı da yanına katarak göz ardı ettim ve “Bahn Yar” dedim (dikkatli okuyucular fark etti; ağzımda içli köfte var).

Plan iki gün izin alarak 4 gün Amsterdam’a gitmekti. Masadaki dörtlü ayrı ayrı da olsa Amsterdam’a daha önce çokça gittiğinden bir günü de Bruges’e (şu filmi olan) ayıracaktık. Nasılsa schengen’imi Hollanda’dan almıştım ve Hollanda’ya girmem gerekiyordu bu yıl. Ha şimdi ha Eylül’de. Böyle böyle kandırdım kendimi. Ben kendimi kandırırken masada plan 3 gün Belçika, 1 gün Amsterdam olmuş onu kaçırdım. Gidiş geliş biletleri daha ucuz diye Brüksel-Charleroi (Bruges’ü orijinal dilinde, Brüksel’i Türkçe yazdım, evet. Bunlara takılacaksanız bu yazı bitmez.) havaalanından alınmış, onu da bir parça kaçırdım. Hollanda’ya resmi olarak girmeyeceğim birden dank ettiğinde elimde bavul uçağa yetişmeye çalışıyordum. 

Mevzubahis dörtlüden bu parlak fikri atıp ocağımızı incir bahçesine çeviren arkadaş yola çıkmadan bir gece önce hastalık bahanesiyle biletini ve bizi yaktı. Pegasus sağ olsun uçağımızın saatini son dakika değiştirdiği için, ilk günden de bir 4-5 saat kaybımız olunca, bu 3 kişi yolda Amsterdam’ı tamamen silmeye Belçika’ya odaklanmaya karar verdik, şöyle de bir rota çıkardık: 

Havaalanı – Gent – Bruges – Antwerp – Brüksel – Havaalanı

Her şehirde bir gün geçireceğimiz, her limanda bir sevgili eskiteceğimiz programımız, havaalanından kiraladığımız araba ile başladı.

1. Gün – Gent ve Bruges

Gent hakkında ilk çıkarımımız şuydu, sokakta erkek yok. Baya yok yani. Bisiklete binen kadın var, genç kadın var, orada başka bir kadın yürüyor, şu karşıda bir kadın grubu. Erkek yok. “Gent’tekiler nasıl ürüyor lan?” sorusu yavaş yavaş yerini “Arabayı nereye park edeceğiz lan?” sorusuna yerini bırakırken ilk erkeğimizi gördük ve Gent yerel halkının Amazon olmadığı kesinleşti. Bir parça hayal kırıklığına uğradık, arabamızdan Gent kadınları tarafından kaçırılarak Gent Kadın Meclisi’nin huzuruna çıkarılmak ve damızlık olarak domuz ve birayla beslenmek, sonrasında Gent’te yeraltında konuşlanmış eski ve kadim bir erkek örgütü tarafından kurtarılmak, tatil için heyecanlı bir başlangıç olabilirdi. 

“Gent çok tatlı şehir ya.” cümlesini çok duymuştum ama şehri görünce bu klişeyi klişe haline getirenlerle bird aha sesli ya da sessiz dalga geçmeme kararı aldım. Çünkü tatlı şehir hakikaten. Bir minnacık meydanı var. O minnacık meydanda görkemli heykelleri var. Bir tane şirin mi şirin kalesi var. Meydanın etrafında konuşlanan sevimli cadde ve sokakları var. Meydana yaklaştıkça bu cadde ve sokaklar daha klasik bir dokuya bürünürken, uzaklaştıkça daha modern bir aura sizi sarıyor. Ne klasik kısmı size boğuyor kentin, ne de modern kısmı sizi yabancılaştırıyor. Tam kararında. Gent çok tatlı şehir ya.

Havanın da güzel olmasını fırsat bilerek kendimizi meydana attık. Tüm gençler çıkmış meydan ve çevresindeki kanalın kıyılarında yiyip içip cilveleşiyor. Güzel havanın keyfini yine Flamanlar çıkarttı.

Biz Bierkant diye bir yere oturduk. Berkant’tan aklınızda kalmasın. Keko musunuz siz? Bier bira demek işte, kant da herhalde meydan falan bilemiyorum. Kanalın yanında şipşirin bir yer (Gent çok tatlı ya).  Burada ilk biralarımızı tattık. Lise yıllığı gibi bir bira menüleri var. Burada lokal tatlar dışında nispeten daha ana akım (ana akımdan kastım Grolsch falan) biralar da mevcut. Bir kere kallavi bir “sour beer” bölümü var, ekşi birayı ben gerçekten bilmiyormuşum. Buradan seçtik ilk biramızı, Rodenbach Grand Cru. 

James Bond villain’i gibi bir ismi olmasının yanı sıra, inanılmaz bir lezzetmiş Rodenbach Grand Cru. Kesinlikle herkese en azından bir kere tatmalarını tavsiye ederim. Biranın yanında Gouda peyniri gibi bir peynir getirdiler, onun yanında da hardal. Peyniri hardala banıp yiyorsunuz. Biranın yanında en iyi atıştırmalık buymuş meğer, 34 sene sonra öğrendik. Artık bir bira içeceğim diye Gouda peyniri, Dijon hardalı vs. kiramı aksatmadan nasıl edineceğim bilmiyorum ama fındık fıstık kesmez beni bundan sonra. 

Rodenbach’tan sonra bir tane acı stout içtik, sonra da yine lokal bir lager. Sonra kalkıp bir tur atalım dedik. Karnımız da acıkmıştı, ne yeriz diye bakınırken bize yapılan önerilere güvenerek Amadeus diye bir kaburgacıya gidelim dedik. Çünkü Belçika birçok artısı olan bir memleket olmasına rağmen, yemek konusunda bir yetersizlik demeyelim de, isteksizlikleri var sanki. Hiçbir barda yemek yok. Peynir-hardal takılıyorlar manyaklar. Bu nedenle Amadeus’un sınırsız kaburga vaadi bize çok çekici geldi. İçeri girmemizle Türk bir garson grubu tarafından buyur edildik. Gerçekten ağzımı açmadan milliyetimi anlamaları beni her yerde acayip uyuz etmiştir. Demek hakikaten alnımızda damgalı Türklük. 

En kral masaya oturtulduk, ki Amadeus standartlarında en kral masa, ortalama bir çay bahçesinin ortalama bir masasına denk geliyormuş. Ben bir an kaptırıp muzlu oralet istedim. Oralet değil ama sınırsız kaburganın yanında pet şişede gelen 1 litrelik kola, iyice seçimimizi sorgulamamıza yol açtı. Ki kaburgayı ağzıma atınca da, neden sınırsız olduğunu anladım. Tabii bir çataldan sonra hiç kimse istemezse, babam da sınırsız yapar öğünü.

Yani vardır belki seveni belki, domuz da severim ama bize gelmedi arkadaşlar. Siz de yolunuz düşerse 2 defa düşünün. Tatlı Gent’teki tek tatsız şeydi kaburga. 

Neyse efendim çıktık bu sefer de Trollekelder adlı bir pub’a gittik. Barın özelliği her tarafında balmumu troll’lerin olması, ki ben bayıldım. Yine iki kişi ancak bira menüsünü getirebildi birer ucundan tutarak. Burada kimi güzel, kimi kötü birçok lokal bira tattık, ve arabamıza doğru yola koyulduk artık.

Gent Büyükşehir Belediyesi sağ olsun arabamıza 30 euro’luk bir park cezası uygun görmüş. Olsun, kimse Gent camiasından büyük değildir. Öderiz. 

Navigasyona Bruges’ümüzü yazdık, 40 dakika sonra oradaydık. Gent’i soracak olursanız çok tatlı şehir ya.

Otelimizin yeri harika, tam Bruges çan kulesinin (Belfry of Bruges) dibinde. Belçika’nın genelinde kendini hissettiren park yeri sorunu burada da karşımıza çıktı. Şu ana kadar bu sorunu ceza yiyerek bertaraf etmiştik. Asgari ücret kadar ceza tadımızı kaçırmış olacak ki bu sefer güvenli bir yere arabayı bırakalım deidk, bu da yaklaşık 1 saatimize mal oldu. Neyse bavulu mavulu bıraktık otele çıktık meydana. Adını hatırlamadığım (çokça bira artı 30 euro’luk cezanın yarattığı beyin hasarı) bir pub’da, Bruges’ün medar-ı iftiharı Bruges Zot birasını tadımladık. Belçika’da, belki de biliyorsunuz şöyle bir durum var: Her biranın ayrı bardağı var ve istediğiniz bira mutlaka ama mutlaka kendi özel bardağında ve hatta yanına şişesi ile birlikte servis edilerek getiriliyor. Bruges Zot’umuzu da üzerinde şarlatan olan bardağı ile birlikte içimledik. Ben çok beğendim, biraz acı bir tadı var. Ancak diğer iki can yoldaşım beğenmedi. 

Belçika Turu Brüj - Brugse Zot

Yine peynir ve hardalımızı da yiyip odamıza döndük. 

2. Gün – Bruges ve Antwerp

Sabah ani bir panikle uyandık. Belçika’ya geldik ama daha çikolata ve waffle namına hiçbir şey yememiştik. Ben daha önce Bruges’e geldiğimden bir parça rahattım, çünkü burada şu ahir ömrümde yediğim en iyi çikolataları yemiştim. Yanımdaki herifleri ben gezdirecektim bu şehirde ve saat daha sabah 9’ken bile bunun iyi bir fikir olmadığını anlamıştım. Pezevenkler gün ve şehirdeki her olumsuzluğu bana yıkıyorlardı anlaşıp. “Bir tane kahvaltıcı yok nasıl program yaptın?” diye başlayan yapay yakınmalar, “Böyle soğuk hava mı olur, senin gezdireceğin şehrin…” gibi iyice kontrolüm dışına çıkan şikayetler haline gelmeye başlamıştı. Olsun, göğsümüzü gerdik. 

Dandik bir yerde güzel bir kahvaltı yaptık ve çan kulesine atıldık. Çan kulesi deyip geçmeyin, önünde bir durup izleyin. Hatta içine girip yukarı çıkın. Baya kalp tekleten bir macera ancak güzel bir tecrübe. Sadece yalnız fotoğraf için çıkıyorsanız yukarı çok tavsiye etmem çünkü ince demir parmaklıklar güzel bir fotoğraf ihtimalini ortadan kaldırıyor bir parça.

“Rapunzel miyiz biz anasını satayım ne işimiz var kulede?” gibi şikayetleri kulağımı tıkadım ve aşağı indik. Şimdi waffle yiyeceğiz. Bruges’ün en ünlü ve bence en güzel waffle’cısı Chez Albert. Biz tabii ki ona şans tanımadık ve tam karşısında çubuk waffle yapan bir yere, Waffles on a Stick’e (adamlar netmiş) gittik.Neden böyle yaptık sorusunun pek bir cevabı yok.Avrupa’nın en romantik şehirlerinden birinde 3 tane sap oğlu sap bağ bahçe niye geziyorsak, Chez Albert’e de ondan gitmedik. Bir parça grubun dinamiklerini ve nasıl çapsız bir güruh olduğumuzu anlamışsınızdır diye tahmin ediyorum. Anlamamışsanız gelin tanışalım, iyi arkadaş olabiliriz. 

Waffles on a Stick’in waffle’ları güzel bu arada. Zaten Belçika’da kötü waffle yapmak için hakikaten su katılmamış bir hayvan olmanız gerekiyor. Çubuğunu alıyorsun, üzerine topping’leri fiyatları dahilinde ekliyorsun. Sadece Belçika waffle’ları bizim alıştığımız waffle’lara göre bir parça sert, onu belirtmiş olayım.

Bruges’e özgü basamaklı damlara baka baka, bir parça hediyelik eşya alışverişi yaptık. Burada da Almanya gibi çokça oyuncakçı var ve orijinal parçalar bulunabiliyor. Meraklısı olan deli varsa buyursun. 

Belçika Turu - Brüj

Bir kanal turu ile günü yarıladık. Kanal turu öyle aman aman bir aktivite değil ama şehrin her köşesini gezmek için iyi bir fırsat. Tavsiye ederim. Tekneden inince peynir ve hardal yemek için The Beer Wall’a gittik. Burası tam kanalın köşesine konuşlanmış, girişinde büyük bir bira mağazası olan (içinden bardak ve şişe gibi ürünlerin dışında tadım seti, açacak, oyuncak gibi milyon tane şey de bulabiliyorsunuz) bir pub. Beer Wall denmesinin nedeni de, tüm giriş duvarının baştan aşağı lokal, global ve tarihi biraların şişe ve bardaklarından oluşturulması.  Belçika’daki lokal bira manyaklığının yakından tecrübe edilmesi açısından yararlı bir yer. 

Belçika Turu - Brüj - The Beer Wall

İçecek olarak üçer tane tadım menüsü aldık. Her bir menü 25 cl’lik 3 değişik biradan oluşuyor. Bu vesileyle torunlarıma son nefesimi verirken “Hindistan cevizli bira da içtim ben sizin gibi Efes’çi değiliz.” diyebilecek olma gibi bir şansım oldu, işime yarar mı zaman gösterecek. Tadım menüleri lokal-hafif-ağır olarak 3’e ayrılıyor. Hafif menüde daha aromalı ve ekşi biralar var. Bruges Zot ve benzeri acı biralar ağır menüde. Bu arada konusu geçmişken anlatayım, Belçika’da ve özellikle Bruges’de Trappist denen bir bira çeşidi var. Bu biraları zamanında Trappist keşişleri yapıyorlarmış. Bizdeki müezzinlerin evde rakı işine girmesi gibi bir şeye denk geliyor. Ama güzel yapmış adamlar. Belçika içinde ünlü birçok Trappist bira markası var. Bu tadımda da bu biralardan içtik. En iyilerine daha sonra değineceğim.

Biralarımız bittikten sonra bir Minnewaterpark’a gittik. Burası Astridpark ile birlikte Bruges’ün en büyük iki parkından biri ve daha büyük/ünlü olanı. Bana soracak olursanız Astridpark daha bir resimli masal kitabına girmişsin havasını taşıyor. Ancak Minnewaterpark’ta da müthiş bir kaz/ördek popülasyonu mevcut, özellikle kız arkadaşınız (bizim gibi hıyar olmayıp buraya sevgilinizle gideceğinizi varsayıyorum) tatlış story’ler atmak isterse burası daha uygun gibi. Her iki parkta da Bruges’ün kendine özgü otantik orta çağ havasını, yeşil bir arka planla bezeyip izlemek ve 2019’dan birkaç dakika da olsa sıyrılmak mümkün. Uğramadan geçmeyin derim. 

Bir parça çikolata alışverişi yaparak meydana döndük. Burada en ünlü çikolatacı Chocolatier Dumon. Ancak burası ziyadesiyle pahalı. Benim önerim, The Chocolate Line olacaktır. Dumon’dan hem daha lezzetli, hem daha çok çeşide sahip, hem de daha uygun. 

Snickers’lı marzipanlarımızı ısıra ısıra Old Chocolate House’a girdik. Burası da şehrin en ünlü sıcak çikolatıcısı. Yine kız arkadaş-story-bedava sevgiliden alınacak bedava puan için müthiş bir yer. 2 katlı binada sadece sıcak çikolata var ama sıcak çikolatanın da 20-30 çeşidi var. Seçeceğiniz sıcak çikolata, içine koyacağınız çikolatanın cinsine ve ek malzemelere göre değişiyor. Siparişiniz geldiğinde şaşırmayın, kıza da rezil olmayın, süreç şöyle işliyor: Size sıcak süt ve yanında seçtiğiniz çikolatayı getiriyorlar. Siz çikolatayı seçtiğiniz ek malzemelerle bir çorba kasesi büyüklüğündeki süt bardağına döküyorsunuz ve size sunulan aparatla karıştırıyorsunuz. Sıcak çikolatanız hazır. 10/10’luk mekan ve sıcak çikolata, gidin mutlaka.

Çikolatadan high olmuş vaziyette dışarı çıktık. Son bir bira içip Antwerp’e doğru yola koyulacağız, plan bu. The Brewery Shop’a gidip son bir bira zıkkımlanalım dedik. Burası şehrin tarihi bira imalathanesi, Bruges Zot dahil birçok bira burada üretiliyor. İsteyenler için bir brewery turu da mevcut, şehrin içine uzanan tünelleri falan geziyormuşsunuz, Vaktimiz olmadığından katılmadık. Burada da bir başka Bruges birası Staffe Hendrik denedik. Zot’a benzer, biraz daha acı ve bence daha güzel. 

Karnımız da acıktı, hedefimiz bir başka Belçika spesiyalitesi olan kızarmış patateslerden yemek (bir kızarmış patates ne kadar güzel olabilir, onu da göreceğiz). Bunu Foursquare’de fazla not almış bir yeri deneyerek yapacağız, arabamıza atladık ve Antwerp’e doğru yola çıkmadan buraya uğradık. De Bosrand restoranın adı. Restoran dediğime bakmayın, kamyoncuların uzun yol öncesi tıkındıkları bir yere benziyor. Sadece kızarmış patates değil, birçok et-tavuk-balık ürününü reyondan seçip, kızarttırmak suretiyle yeme imkanınız var. Ama ben bu imkanınızı kullanmayın derim. Pek başarılı bulmadık. Benim için burasıyla alakalı en akılda kalıcı an “Ne sos var?” sorusuna “Ketçap” yanıtını aldığımız andı.

1 saat sonra Antwerp’teydik. 

Antwerp’te aslen Amsterdam’a gidiyor olduğumuz plan için bir ara durak olarak belirlemiştik. Amsterdam iptal olunca bir parça atıl kaldı ancak kalacak yerin parasını peşin verdiğimizden iptal etmedik. Antwerp hakkında Belçika’da yaşayan bir arkadaşa fikrini sorduğumuzda aldığımız yanıt “İyi şehir abi, güzel, limanı var.” olmuştu. Dolayısıyla beklentilerimiz çok yüksek değildi yine 45 dakikalık bir park macerasının ardından eve girerken.

Antwerp Gent ve Bruges’ün aksine daha modern gözüktü gözümüze. Tabii önceki iki şehrin de Old Town’unda kalmıştık, burada öyle bir durum yok. Baya güzel caddesi var, üzerinde Foot Locker’ı Armani’si falan var. Avrupa gibi Avrupa be. Akşam saati zaten, avane avane dolaşıp başımızı sokacak bir pub ararken uzaktan bir müzik sesi duyduk. Sesi takip edince eski kent meydanında büyük bir festival olduğunu gördük. Kent meydanı şöyle bir şey:

Belçika Turu - Antwerp Meydanı

Özellikle her binanın tepesinde birer heykel olması çok hoşuma gitti. Bazısında atlı, bazısında tilki, bazısında waffle (bu yok tabii). Festival ara ara Belçika’nın çeşitli şehirlerinde yapılan, girişin ücretsiz olduğu bibr gençlik festivaliymiş. Bir kasadan bir kart alıp içine Euro ile kontör yüklüyorsun ve festival alanında bu kontörleri harcıyorsun bira olarak. Çok büyük bir Duvel alanı vardı ama biz kontörlerimizi daha az tanınmış bir bira olan VEDETT’ten yana kullandık, hiç de pişman olmadık.

Antwerp’teki gecemizde ne yapacağımız sorusu kendi kendini cevaplamıştı. Güzel han’fendiler ve güzel biralar eşliğinde, güzel müzikler dinledik. Etraftaki gençlerin bizi andropoz amcalar olarak yaftalamasına aldırmamaya çalıştık. Gece, eğer hepimiz aynı halüsinasyonu görmediysek, Antwerp marşı tarzı bir şarkı ile bitti çünkü tüm alan içinde “ANTWERP!” nidası geçen bir şarkıyı hep bir ağızdan bağırdı. Gece 1 gibi McDonald’s’ta bir şeyler tıkınıp, odamıza yollandık.

3. Gün – Antwerp ve Brüksel

Sabah oteli çıkıp bir cafe’de bir şeyler atıştırdıktan sonra, Antwerp’i biraz daha gezelim dedik. Meydan dışında Sint-Carolus Katolik Kilisesi de görülmeye değer bir yapı. Kapısında Hail Mary’lerimizi okuyup devam ettik. Alışveriş caddesinde de bir-iki turladıktan sonra Dogma Cocktails’te drinklerimizi ladık (ömrüm boyunca kullanmam gereken tabirlerden birini daha siliyorum). Burayı kesinlikle tavsiye ediyorum.

Akabinde de (edatlarım tükeniyor) arabamıza atladık ve Brüksel’e doğru yola çıktık. Yaklaşık yarım saat ve arkadaşlarımı maruz bıraktığım 10 oldskool rap şarkısı sonrasında da son durağımıza vardık. Bu şarkı meselesinde şöyle bir şey gördük, bahsini geçirmeden duramayacağım. Adamın teki çıkmış radyoda Flamanca bir şeyler zırvalıyor rap olarak. Arada “Tagliafico” lafını yakaladık ve daha dikkatli dinledik. Herif şarkıda tüm Ajax kadrosunu sayıyor. Şarkı Sevn Alias – Herres. İlgilenen baksın, bana takıldı valla dinliyorum.

Brüksel’deki otelimizi Türk mahallesinde almışız anasını satayım. Özer Marketler, Kerimoğlu Gıdalar, İstanbul Kebaplar, İddaa bayiileri falan arasından bulduk yeri. Bizi son dakika satan şerefsiz sağ olsun birimiz çift kişilik odada kalacağız burada, tatlar iyice kaçık. Çıktık dedik bir şehri gezelim. Araba yine anasının en özel yerinde. Brüksel’de bir sistem var, bizim burada da Kadıköy’de olan. Yolda bir ton scooter var. Uygulamasını indirip istediğini alıp kullanmaya başlıyorsun, işin bitince de salıyorsun yola yine. Baya her köşe başında var. Dakikası 0.25 euro. Biz Lime kullandık. Düz memleket olduğundan tavsiye ederim. 

Brüksel’de gezmek için güzel bir gün seçmişiz, çünkü Gay Parade vardı. LGBTİ haftası olduğunu bu sayede öğrendik, bu sayede de Gent’ten Antwerp’e her binada ve kalede gördüğümüz LGBTİ bayrakları daha bir yerine oturdu kafamızda. 

Yine park bahçe geze geze Grand Place’e kadar indik. Harika bir alan kankiler, gidin görün. Buradan Manneken Pis’e (şu hep gördüğünüz işeyen çocuk heykeli), Palais de Bruxelles’e ve onun karşısındaki devasa Parc de Bruxelles’e uzandık. Brüksel’de çok bir numara yok denir ama ben genel olarak şehrin şeklini şemalini beğendim. 

Belçika Turu - Brüksel - Parc de Bruxelles

Moeder Lambic’te birer bira yudumladık. Benim tercihim, ki çok memnun kaldım Jambe de Bois oldu. Burası bize burada oturan bir arkadaşın tavsiyesiydi, ben de kesinlikle öneririm.

Sıra yemeğe geldi. Brüksel’e giden herkesin ortaklaşa önerdiği iki yer vardı, Chez Léon ve Delirium. İkisine de sırayla girmeye karar verdik.

Chez Léon bir midyeci. Burada midyeler Mardinliler tarafından tablada değil, kovada veriliyor ve pirinçsiz oluyorlar. Ben midye sevmediğimden bir soğan çorbası ve Gent usulü tavuk aldım. Benim yemeğim, çorba ve tavuğun aynı anda gelmesi dışında çok başarılıydı. Midyeler de duyduğuma göre harikaymış. Gidin yani. Ama hafta sonu yer ayırtılmıyor, kapıda bir parça sıra bekliyorsunuz. 

Delirium ise buranın hemen yanı başında. Delirium’un olayı şu, dünyada en fazla bira çeşidi bulabileceğiniz yer olabilir. Amblemi olan pembe fili daha önce mutlaka görmüşsünüzdür, görmemişseniz de Belçika’da illa buraya gelmeden önce de göreceksiniz merak etmeyin. Bir parça meşhur bir yer. Lokasyon olarak Nevizade’yi andıran bir caddede, 3-4 barın birleşmesi sonucu oluşmuş gibi. Bu barlardan herhangi birine oturup menüden bira seçiyorsunuz. Ama biz menüden değil, gayet telefonda internetten baka baka tüm aklımızda kalan biraları sorduk ve hepsini de hakikaten bulduk. 

Birkaç çeşit Trappist biranın dışında yine keşiş kankilerimin tariflerinden Orval ve Westmalle’ye bayıldık. Özellikle Westmalle kaymaksı tadıyla baya bir aklımda kaldı. 5-6 biradan sonra içtiğim biraların adını hatırlamamaya başladım ne yazık ki. Geceyi tüm seyahat boyunca en sevdiğim bira olan Rodenbach Grand Cru ile noktaladım.

Çıkışta bir waffle yediğimi hatırlıyorum hayal meyal. Tadı da nefisti ancak keşişler aklımı almış olacak ki mekanın adını hatırlamıyorum. Delirium’dan çık, iki defa sağ yap köşede.

Lime’larımızla otelimize döndük. Sabah dönüyoruz.

Son gün – Brüksel

Sabah çok vaktimiz olmadığından hemen arabamızı aldık ve Maison Dandoy’a gittik. Burası daha önce notunu aldığımız, güzel olduğu söylenen bir waffle’cı. Çok çok iyiydi, ama bir parça pahalıydı ne yazık ki. Gözünüzü karartıp girin, bir waffle aşağı yukarı 10 euro’ya çıktı.

Yiğidin harman olduğu, cevval tatlı aşıklarının diyarı Beljik’te son durağımız çikolatacı Elisabeth oldu. Kişisel fikrim Bruges çikolatacılarından yana, ama burası da uğranması gereken bir nokta sayılabilir. Özellikle limonlu çikolataları denenebilir.

Ne yazık ki dönüyoruz. Bir yandan da bastıran fırtına bize “İyi ki de şimdi dönüyoruz.” dedirtiyor. Free shop’tan alacağımız bira tercihi de kısa bir Westmalle – Rodenbach savaşı sonrası Rodenbach oluyor.

Pegasus sağ olsun, uçakta açlıktan hediye olarak aldığımız çikolataları kemirmek durumunda kaldık. Olsun, en azından bu uçuş iptal olmadı.

Genel olarak Belçika tam da 3-4 gün ayırılabilecek, güzel planlanırsa unutulmayacak bir tatil ülkesi. Bruges’e ve Gent’e mutlaka gidilmeli, Brüksel’e maksimum 2 gün verilmeli. Gerisi size kalmış. Ben özellikle bira kültürüne hayran kaldım. Yani, çok sürpriz değil tabii bira memleketi sonuçta, ama beklentilerimin bile üstünde buldum diyeyim. Şehirlerinde hiçbir şey olmasaydı bile, sadece binaları bile kendine özgü bir hava yaratmayı başarıyor. Bu noktada özellikle Gent ve Bruges’ü ayrı tutabilirim. Genel olarak bizim yaptığımız hataya düşmemenizi ve araba kiralamamanızı öneririm. Araba kirasından daha fazla park ve cezaya verdik. Ortalama bir park yeri demek gecelik 20 euro demek çünkü. Şimdi sizi çektiğim fotoğraflarla baş başa bırakıyorum ama fotoğrafların altında devam ediyoruz.

Özetle Belçika Turu;
Bruges – mutlaka deneyimlenmesi gereken bir kent, mümkünse sevgili ile
Antwerp – Gidilirse iyi olur, sıkışık bir zaman planınız varsa elenebilir
Brüksel – Sıkıcı diyenlere bakmayın, çok güzel şehir. Ama görülecek yer bazlı düşünülürse, 2 günden fazlası gereksiz.
Gent – Çok tatlı şehir ya.

Aşağıdaki Booking.com linkinden tüm Belçika şehirleri için uygun otel arayıp özel fiyatlara ulaşabilirsiniz. Eğer “Ben hiçbir şey ile uğraşmayayım, tur ile gideyim.” diyorsanız da buraya tıklayarak Belçika Turu seçeneklerini inceleyebilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Saly’s Tiny House Sunrise şehirden kaçmak isteyenler için!

Şehirden çok mu sıkıldın? Al Tiny House’unu nerede yaşamak istiyorsan orada yaşa!

Karantina Sonrası Hayali: Kruger Shalati Train Lodge

Benzersiz, egzotik ve manzaralarla dolu tüm beklentilerinizi karşılayacak.

Dünyanın en hızlı otonom treni Çin’de hizmete girdi

2022 Pekin Kış Olimpiyat Oyunları öncesinde hizmete giren tren 350 km/saat hıza ulaşabiliyor.